5 Mart 2011 Cumartesi

Entelektüel vicdanımıza 1yıl üç ay hapis cezası verildi

Entelektüel vicdanımıza destek için:
http://www.ismailbesikciyedestek.com

Çağımızda Hukuk ve Toplum Dergisi‘nde ‘‘Ulusların Kendi Geleceğini Tayin Hakkı ve Kürtler‘‘ başlıklı yazı nedeniyle terör örgütü propagandası yapmakla suçlanan İsmail Beşikçi ve derginin yazı işleri müdürü Zeycan Balcı Şimşek‘in yargılandığı dava karara bağlandı.

İstanbul 11. Ağır Ceza Mahkemesinde görülen duruşmada Beşikçi ve Balcı hazır bulundu. Duruşmada Beşikçi‘yi, aralarında Eşber Yağmurdereli‘nin de bulunduğu 41 avukat savundu.

Duruşmada son sözü sorulan Beşikçi, "Dava konusu yazımda bir suç unsuru olduğunu düşünmüyorum. Beraatimi talep ediyorum" dedi. Duruşmada son sözü sorulan Zeynep Balcı Şimşek de beraatini talep etti.

Davayı karara bağlayan mahkeme, İsmail Beşikçi‘yi terör örgütü propagandası yapmak suçundan 1 yıl 3 ay hapis cezasına çarptırdı. Zeycan Balcı Şimşek ise 16 bin 660 TL para cezasına çarptırdı.

Oy çokluğu ile verilen karara şerh koyan Mahkeme Başkanı Şeref Akçay, sanıklardan İsmail Beşikçi‘nin Türkiye ve dünyada tanınan bir bilim adamı olup, diğer sanık Zeycan Balcı Şimşek‘in de hukukçuluk sıfatının yanında dergini yazı işleri müdürü olduğunu ifade ederek derginin belli bir kısma hitap ettiğini belirtti. Akçay, "Yazı bir bütün olarak incelendiğinde yasadışı silahlı bölücü terör örgütü PKK‘nın yaptığı eylemlerden bahsedilmekte ve bu örgütün övüldüğüne ilişkin herhangi bir şey yoktur.

Anayasamızın 25. maddesine göre herkes düşünce ve kanaat hürriyetine sahiptir. Yazıda gerilla kelimesinin ve Q harfinin kullanılması atılı suç unsurlarını oluşturmayacağını düşündüğümden sayın çoğunluğun görüşüne katılmıyorum" dedi.

Duruşmanın ardından basın mensuplarına açıklama yapan Beşikçi, "Düşünce özgürlüğü çok önemli bir konudur Türkiye‘nin siyasal hayatında. Resmi ideoloji özgür düşüncenin önünde önemli bir engeldir. Bu engelin yani resmi ideolojinin bilimin kavramlarıyla eleştirilmesi gerekir. Eleştirildiği zamanda bazen böyle cezalar söz konusu olabiliyor. Resmi ideolojinin bugün en önemli sorunu Kürt sorunudur. Kürt sorunun da daha demokratik bir tutum benimsenmesi gerekiyor. Devletin hükümetin daha demokratik bir tutum benimsemesi gerekiyor. Resmi ideoloji kurumuyla bilimin sanatın ilerlemesi mümkün değildir. Karar sürpriz değil" diye konuştu

İsmail Beşikçi'nin Çağımızda Hukuk ve Toplum’ dergisinde yeralan "Dava" Konusu Yazısı:

Ulusların Kendi Geleceğini Tayin Hakkı ve Kürtler


Kürt sorunu veya Kürdistan sorunu Türkiye'nin en önemli sorunudur. Türkiye'de, iç politikayı, dış politikayı ve ekonomik ilişkileri belirleyen en önemli sorun Kürt sorunudur.

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, 2009 yaz aylarında, çeşitli yerlerde yaptığı konuşmalarda, Kürt sorununun, Türkiye'nin en önemli sorunu olduğunu, öbür sorunlarla layıkıyle ilgilenebilmek için, öncelikle Kürt sorununu çözüm yoluna konulması gerektiğini vurgulamıştır.
Bugün, Türkiye'de, Adalet ve Kalkınma Partisi hükümetinin, önceki hükümetlerden farklı olarak, Kürt sorununa daha yakın, daha ciddi ilgi gösterdiği görülmektedir. Kürt açılımı veya demokratik açılım adı altında bir plan-proje geliştirilmeye çalışılmaktadır. Hükümetin Kürt sorununu çözmek için çaba harcadığı gözlenmektedir.

Kürt sorunun veya Kürdistan sorunu dediğimiz bu sorunun tarihsel geçmişine bakmak önemli olmaktadır. Bu konuda şunlar söylenebilir.

Kürtlerin Kendi Geleceklerini Belirleme Girişimleri Silahla Bastırılıyor

Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra, savaşta galip gelen devletler, İngiltere, Fransa ve İtalya, yenilen devletlerin, yani Alman İmparatorluğu'nun ve Osmanlı İmparatorluğu'nun sömürgelerini paylaşmak için çok büyük bir çaba gösterdiler. 1919 Ocak'ında başlayan Paris Kongresi'nde ve Paris Kongresi kararları uyarınca kurulan Milletler Cemiyeti döneminde, üzerinde durulan önemli konulardan biri buydu. Osmanlı İmparatorluğu'ndan ve Alman İmparatorluğu'ndan geriye kalan topraklar üzerinde manda yönetimleri kurulması, Milletler Cemiyeti'nin önemli bir kararıydı. Manda özel bir yönetim biçimi olmasına rağmen, bir çeşit sömürge olarak değerlendirilebilir.

Osmanlı İmparatorluğu'ndan geriye kalan topraklar üzerinde A Tipi mandalar kuruldu. B Tipi mandalar, Alman İmparatorluğu'nun, Güneybatı Afrika'daki sömürgelerinin paylaşımını içeriyordu. C Tipi mandalar ise, yine Alman İmparatorluğu'nun, Güneybatı Asya'daki sömürgelerinin paylaşımıyla ortaya çıktı.

A Tipi mandalar çerçevesinde, Büyük Britanya'ya bağlı olarak Irak, Ürdün, Filistin mandaları kuruldu. Fransa'ya bağlı olarak ise, Suriye ve Lübnan mandaları kuruldu. Böylece, Osmanlı İmparatorluğu'ndan geriye kalan topraklar, savaştan galip çıkan Büyük Britanya ve Fransa arasında paylaşılmış oldu.

Bu süreçte bizi ilgilendiren temel soru şudur: Milletler Cemiyeti çerçevesinde uluslar arası ilişkiler yeniden kurulurken, uluslararası barışı gerçekleştirmek için yoğun bir çaba harcanırken, Kürt istekleri neden karşılanmadı? O zamanlar, Güney Kürdistan'da Şeyh Mahmut Berzenci, Kürdistan Krallığı için mücadele ediyordu. Büyük Britanya'dan, kendisini Kürdistan Kralı olarak tanımasını istiyordu. Dönemin emperyal devletleri Büyük Britanya ve Fransa, değil bağımsız bir Kürdistan'ı, sömürge bir Kürdistan'ı (manda) bile kabul etmediler. Büyük Britanya'ya veya Fransa'ya bağlı bir Manda Kürdistan düşünülmedi. Kürtler ve Kürdistan bölündü, parçalandı ve paylaşıldı. Bu, şüphesiz Kürtlerin iradesine rağmen, zor kullanılarak gerçekleştirildi. Çünkü Kürtler, Büyük Britanya ile, bağımsız Kürdistan krallığı konusunda savaşıyordu. Kürt isteklerini kabul etmeyen Büyük Britanya ile Kürtler arasında savaş vardı.

Milletler Cemiyeti'nin, 1920'lerde, Ortadoğu'da gerçekleştirdiği en büyük operasyon, Kürtlerin ve Kürdistan'ın, bölünmesi, parçalanması ve paylaşılmasıdır. Ortadoğu'nun ortasındaki Kürdistan'ın, bölünmesi, parçalanması ve paylaşılması, emperyal devletlerin, en büyük, en kapsamlı, en kalıcı operasyonudur. Emperyal devletler, bu operasyonu, şüphesiz, bölgedeki Türk, Arap, Fars yönetimleriyle işbirliği yaparak gerçekleştirmiştir.

Bölünme, parçalanma ve paylaşılma, Kürtler üzerinde çok ağır etkiler yaratmıştır. Bu, bir insanın, iskeletinin parçalanması, beyninin dağılması gibi bir durumdur.

O zaman, şunlar temel sorular olmalıdır. Kürtlere sistematik olarak uygulanan bu politikanın nedenleri nelerdir? Bu politika nasıl oluşturuldu? Bu politikayı oluşturma ne gibi aşamalardan geçmiştir? Bu politika nasıl uygulandı, nasıl yaşama geçirildi? Bu ilişkiler ağında, bu operasyon sürecinde taraflar kimlerdir? Bu politikaya ve bu politikanın uygulanmasına karşı Kürtlerin tutumu ne olmuştur? Bütün bu sorulara bilimin, siyasetin ve diplomasinin kavramlarıyla cevaplar aramak gerekir.

Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra, Araplar da bölünmüştür. Ama, Araplar, ayrı ayrı bağımsız devletler veya manda devletler olarak organize edilmişlerdir. Kürtler ise yeni kurulan manda devletler (sömürge devletler) arasında yani Büyük Britanya'ya bağlı Irak, Fransa'ya bağlı Suriye, Osmanlı İmparatorluğu'nun devamı olan Türkiye Cumhuriyeti, İran İmparatorluğu'nun devamı olan İran Şahlığı arasında bölünmüş, parçalanmış ve paylaştırılmıştır.

1920'lerde, bu ilişkilerin taraflarından birini, Kürtler oluşturmaktadır. Karşı tarafta ise, Irak mandasını kendisine bağlayan Büyük Britanya, Suriye mandasını kendisine bağlayan Fransa, Türkiye Cumhuriyeti ve İran Şahlığı vardır. Bu dört güç yani dönemin emperyal devletleri Büyük Britanya ve Fransa, Ortadoğu'nun iki güçlü devleti Türkiye Cumhuriyeti ve İran Şahlığı, aralarında bazı çelişkiler olsa da, Kürtler karşısında bir bütün olarak hareket etmektedir. Kürt karşıtı bir tutum içinde hareket etmektedir.

Bu ilişkiler ağında Sovyetler Birliği'nin tutumuna da bakmak gerekir. Sovyetler Birliği 1920'lerde, Milletler Cemiyeti döneminde, ulusların kendi geleceğini belirleme hakkını en çok konuşan bir devlettir. Buna rağmen, Kürtlerin ve Kürdistan'ın, Kürtlerin iradesine rağmen bölünmesine, parçalanmasına ve paylaşılmasına sessiz kalmıştır. Moskova da, Londra gibi, Paris gibi anti-Kürt bir siyaset izlemektedir. İlişkiler ağında bu durumun vurgulanması da gerekmektedir. Sovyetler Birliği'nin, neden bu temel ilkeler doğrultusunda hareket etmediği de incelenmesi gereken bir durumdur.

Neden Irak gibi, Ürdün, Filistin, Suriye, Lübnan gibi bir Kürdistan kurulmadı şeklinde bir soru sorulduğu zaman, “iyi ama, Kürtlerde, şeyhlik gibi, aşiret gibi feodal kurumlar var, bu kurumlarla nasıl devlet olunur?” diyorlar. Bu hiç anlamlı ve tatmin edici bir cevap değildir.
1920'leri düşünelim. Araplar da şeyhlik gibi, aşiret gibi, prenslik gibi kurumlar yok muydu? Bu kurumlar, Araplar'da bugün bile var. Bugün Basra Körfezi'nden Fas'a kadar 22 bağımsız Arap devleti var. Arap Birliği'nin 22 üyesi var. Filistin Arap Devleti'yle bu sayı 23 e çıkacak. Dönemin emperyal devletleri Büyük Britanya ve Fransa'nın, anti-Kürt tavırları, Türk, Arap ve Fars istekleri bölünmede, parçalanmada ve paylaşılmada etken olmuştur. Anti-Kürt tavırların neler olduğu, Türk, Arap ve Fars istekleri elbette incelenmesi gerekli olan bir konudur.

Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra, ulusların kendi geleceklerini kendilerinin belirlemesi hakkını ABD Başkanı W. Wilson da dile getirmektedir. ABD Başkanı Wilson tarafından öne sürülen 14 Nokta'nın, 12. si, Osmanlı İmparatorluğu'ndan geriye kalan topraklar üzerindeki halkların, bağımsız yaşamalarıyla ilgilidir. Bu ilkelere rağmen, Kürdistan ve Kürtler, 1920'lerde, bölünmüş, parçalanmış ve paylaşılmıştır. Kürtlerin ve Kürdistan'ın hiçbir statüsünün olmaması, vurgulanması gereken çok önemli bir durumdur. Sömürge, bir statüdür. “Büyük Britanya'nın sömürgesi Hindistan”, “Fransa'nın sömürgesi Cezayir”, “Portekiz'in sömürgesi Mozambik” vs. denir. Sömürgenin bir kişiliği vardır. Her şeyden önce sömürgenin sınırları vardır. Aslında, sömürge bir devlet vardır. Sınırları belli sömürge bir devlet… Bu devletin sınırlarını emperyal devlet, sömürgeci devlet tanımaktadır. Bunu uluslar arası nizam da tanımaktadır. Örneğin, İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra, 1960'larda, Afrika'daki sömürgeler, 1885 de çizilen sınırlarla bağımsızlık kazanmışlardır. Bu sınırlar içinde farklı bir halkın yaşadığı, İngiliz, Fransız, Portekizli olmayan bir halkın yaşadığı sömürgeci devlet tarafından, metropol veya devlet tarafından da kabul edilmektedir. Kürdistan'daysa bu özelliklerin hiçbiri yoktur. Sınır falan söz konusu değildir. Kürt kişiliği, Kürdistan kişiliği tanınmamaktadır. Kürdistan sömürge bile değildir. Bu çok açık. Bu özellikleriyle, ikinci bir örneğe, dünyada rastlamak mümkün değildir.

Osmanlı İmparatorluğu'nun yıkılmasından sonra, kendi geleceğini belirleyemeyen tek halk Kürt halkı olmuştur. İmparatorluk içinde yaşayan halklar, 19. yüzyılın başından itibaren, kendi geleceklerini belirleme doğrultusunda , imparatorluğa karşı mücadele sürecine girmişlerdir. 19. yüzyıllın ilk çeyreğinde Yunanlılar, daha sonra Romenler, Sırplar, Hırvatlar ve Bulgarlar, imparatorluktan ayrılıp kendi bağımsız devletlerini kurmuşlardır. Birinci Dünya Savaşı başlar başlamaz, Araplar ve Arnavutlar da kendi geleceklerini belirleme sürecine girmişlerdir. Asırlardır kendi toprakları üzerinde yaşayıp da geleceğini belirleyemeyen tek halk Kürtlerdir. 1915'de ve öncesinde, örneğin 1894-1895 de, 1909 da, Batı Ermenistan'da, Ermenilere karşı, soykırım yapıldığı biliniyor. Doğu Ermenistan'ın, 1921 de Bolşevikleştirilmesiyle, Ermenilerin de kendi geleceklerini belirleyebildikleri söylenebilir. Doğu Ermenistan'ın Bolşevikleştirilmesi, İttihatçıların, Doğu Ermenistan'ı da tepelemelerine engel olmuştur.

Kürdistan: Alt Sömürge
Sömürge Bile Olamayan Bir Toplum
Bugün Türkiye'de Kürt sorunu daha çok “çözüm” bağlamında konuşuluyor. Halbuki Kürt sorununun, Kürdistan sorununun, “çözüm”den bağımsız olarak, bilimin, siyasetin ve diplomasinin kavramlarıyla irdelenmesi gerekir. Bölme, parçalama ve paylaşma politikalarının nasıl kurulduğu, nasıl uygulandığı, bu politikaların oluşturulmasında ve uygulanmasında kimlerin rol aldığı, yaşama geçirilen bu politikaların ne gibi sonuçlar ortaya çıkardığı, etraflı bir şekilde, zengin olgusal dayanaklarıyla incelenmelidir. Bu süreçte Kürtlerin yaşadıkları zaafların belirtilmesi de, elbette çok önemli bir konu olmalıdır. Uluslar arası ölçekte, böl-yönet-yoket gibi, bir politikanın hedefi olmuşsanız, bu sizin çok büyük bir zaaf yaşadığınızı gösterir. Size hasım olan güçler, sizin bu zaafınızdan yararlanarak böyle bir politikayı oluşturmuş ve yaşama geçirmiştir. O zaman, Kürtlerdeki bu zaafların da antropoloji biliminin kavramlarıyla incelenmesi gerekir.
Kürtlerin ve Kürdistan'ın, 20. yüzyılın ilk çeyreğinde, bölünmesi, parçalanması ve paylaşılması bize şunu gösteriyor. Bir toplum, bir ülke, tarihinin belirli bir döneminde
bölünme, parçalanma ve paylaşılma gibi bir süreçle karşılaştığı zaman, o toplum bir daha kendini toparlayamıyor. Bölünme, parçalanma, yoğunlaşarak, derinleşerek, yaygınlaşarak sürüyor. Süreç, aşiretlerin, ailelerin bölünmesine kadar varıyor. Hatta aynı aile içindeki kardeşler bile birbirine hasım gruplar içinde yer alabiliyor.

Ermenilerin de böyle bir sorunu var. Ama, Kürtlerin bu sorunu çok daha ağır bir şekilde yaşadıkları açık. 17. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu ve İran İmparatorluğu arasında bölünen, 19. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu ve Rus İmparatorluğu etki alanı içinde kalan Ermenistan, bu nedenlerden dolayı bir türlü merkezi bir yapı oluşturamamıştır. Çarlık Rusyası ve Osmanlı yönetimi, Ermenileri birbirlerine karşı kullanabilmek için her yolu denemişlerdir. Kürtlerin ve Kürdistan'ın ilk etkili bölünmesi, 1514 sularında, Osmanlı İmparatorluğu ve İran İmparatorluğu arasında gerçekleşiyor. Yavuz Sulatan Selim'in ve Şah İsmail'in katıldığı bu savaşta, Kürtler ve Kürdistan ikiye bölünüyor. Savaş alanının Kürdistan olması bu savaşın önemli bir yönü oluyor. Her iki tarafın da savaş alanına daha çok Kürtleri sürmeleri savaşın çok önemli olan başka bir yönünü oluşturuyor. Bu bölünme ve paylaşılma, 17. yüzyılın ilk yarısında, 1639 Kasrı Şirin andlaşmasıyla resmileşiyor.

19. yüzyılın ilk çeyreğinde, 1828-1829 İran-Rus savaşları sonunda, İran kesimindeki Kürdistan, ikiye bölünüyor. Bölgenin kuzey kesimleri Rus İmparatorluğu'nun denetimi altına giriyor. 11. yüzyıldan hatta daha öncelerinden beri Kafkasya'da, Kürtler ve Kürdistan vardı. Örneğin, Şeddadi ve Revadi hükümetleri zaman zaman Kafkasya'nın belirli bölümlerinde egemenlik kuruyorlardı. İşte bu topraklar, 19.yüzyılın ikinci çeyreğinde Çarlık Rusyasının denetimi altına girdi.

Ama, bugünü belirleyen esas süreç, Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra, Osmanlı İmparatorluğu'nun yıkılmasından sonra yaşananlardır. 16 Mayıs 1916 da, Büyük Britanya, Fransa ve Çarlık Rusyası tarafından imzalanan Sykes-Picot Andlaşması, 21 Nisan 1917 de, imzalanan St.Jeanne de Maurienne andlaşmasıyla, İtalya'nın da bu andlaşmaya dahil olması, bölünmenin, parçalanmanın ve paylaşılmanın nasıl hazırlandığını göstermektedir.

10 Ağustos 1920'de imzalanan Sevr bu yolda imzalanan daha kapsamlı bir andlaşmadır. Ama tamamlanmış bir andlaşma değildir, yürürlüğe girmemiştir. Son andlaşma, 24 Temmuz 1923 de imzalanan Lozan Andlaşmasıdır. Bu, Kürtlerin ve Kürdistan'ın, bölünmesini, parçalanmasını ve paylaşılmasını resmileştiren bir andlaşmadır. Kürtlerden ve Kürdistan'dan söz etmesi, Sevr'in dikkate değer bir özelliğidir.

Bugün Kürtler, Ortadoğu'da 40 milyonun üzerinde bir nüfusa sahiptir. Ve Kürtler tarihin bilinen çağlarından beri, örneğin, İsa'dan önce 4000 yıllarından beri kendi topraklarında yaşamaktadır. Türklerin Ortadoğu'ya gelişlerinin ise, onuncu yüzyıl, onbirinci yüzyıl olduğu bilinmektedir. Fakat Kürtler, bu kadar büyük bir nüfusa sahip olmalarına rağmen, bu kadar büyük bir ülkeye sahip olmalarına rağmen, uluslar arası ilişkilerde tanınan küçücük bir siyasal statüye sahip değildir. Bunu söylerken son yıllarda, Irak'ta, Güney Kürdistan'da yaşama geçen, ve günden güne ete-kemiğe bürünmeye başlayan Kürdistan Bölgesel Yönetimi'ni ayrı değerlendirmek gerektiğini düşünüyorum.

Kürtler, bu kadar büyük bir nüfusa sahip olmalarına rağmen, ne Birleşmiş Milletler'de, ne Avrupa Konseyi'nde, ne Avrupa Birliği'nde, ne İslam Konferansı Örgütü'nde küçücük bir siyasal statünün sahibi değildir. Kürtlerin adı, sadece “terör” denildiği zaman geçiyor. 'Terörün kökünü kazıyacağız, terörü ezeceğiz, terörü yok edeceğiz” şeklinde… “Terör” denildiği zaman da, zaten, sadece Kürtlerin adı geçiyor. Örneğin Bağdat'da bir Sünni militan
beline bağladığı bombalarla bir Şii camiine giriyor, ibadet etmekte olan insanların arasında kendini patlatıyor. 60-70 ölü, 150-160 yaralı… Birkaç gün sonra da bir Şii militan aynı eylemi bir Sünni camiine girerek yapıyor. Uluslar arası basın, örneğin Türk basını bunlara direnişçi diyor. Benzer olaylar, örneğin Pakistan'da cereyan ediyor. Onlara da direnişçi deniyor. Peygamber Muhammed karikatürleri için Endonezya'da Fas'a kadar ayağa kalkan İslam Dünyası ise bu tür olayları çok doğal karşılıyor.

Karşılaştırmalar
Bugün dünyada 207 devlet vardır. 2004 Atina Olimpiyatları'na 204 devlet katılmıştı. 208 Pekin Olimpiyatları'na 206 devlet katıldı. Bugün devlet sayısı 207. Bu devletlerden 192 si Birleşmiş Milletler üyesi…

207 devletten, nüfusu bir milyonun altında olan, onlarca devlet vardır. Örneğin Avrupa Birliği'nin üyesi olan Luxemburg, Kıbrıs, Malta nufusları bir milyonun altında olan devletlerdir. Slovenya, Estonya, Letonya, Litvanya, nüfusları 2-3 milyon civarında olan devletlerdir. Bu kadar büyük nüfusa rağmen, Kürtlerin küçücük bir siyasal statüye sahip olmamaları, 1920'lerde, Milletler Cemiyeti döneminde kurulan uluslar arası statükonun Kürtlere ne kadar haksızlık yaptığı, Kürtleri ne kadar dışladığı açıkça görülmektedir.

Andorra, San Marino, Monaco, Liechtenstein 53 üyeli Avrupa Konseyi'nin üyeleridir.
Bu dört devletin nüfusları 40-50 bin arasındadır. Bu devletler bu kadar küçük nüfuslarıyla bağımsız devletler olarak kurulurken, Ortadoğu'da 40 milyondan fazla nüfusa sahip Kürtlerin
küçücük bir siyasal statüye sahip olmamaları uluslar arası nizamın önemli bir konusu olmalıdır. Avrupa Birliği'nde, sadece Almanya'nın, Fransa'nın, İtalya'nın, İngiltere'nin ve
İspanya'nın nüfusu, Kürtlerin Ortadoğu'daki nüfuslarından fazladır. Belki Polonya, Kürtlerin Ortadoğu'daki nüfusları kadar bir nüfusa sahiptir. Geriye kalan 21 devletin nüfusları 5-10 milyon arasında, 15-20 milyon arasında değişmektedir. Avrupa Konseyi'nde de benzer bir durum vardır.
Kıbrıs'ta, 1974 “Barış Harekatı”ndan önce 160 bin civarında Türk yaşıyordu. “Barış Harekekatı”ndan sonra, Türkiye'den oraya devamlı nüfus nakledildi. Şimdi, 200 bine yakın nüfus var. Türkiye, Birleşmiş Milletlerle, Avrupa Konseyi'yle, Avrupa Birliği'yle ilişkilerinde
İslam Konferansı Örgütüyle ilişkilerinde ve çeşitli devletlerle geliştirdiği ikili ilişkilerde, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin bağımsız bir devlet olarak tanınmasını istemektedir. Kıbrıs Türkleriyle ilgili olarak bu düşüncelerini dile getiren Türkiye'nin, Kürtler söz konusu olduğu zaman, hep inkar ve asimilasyon yolunda politikalar üretmesi, Türk dış politikasını büzen, çoraklaştıran, çarpıklaştıran çok önemli bir etkendir.

Uluslar arası İlişkilerin Ahlaki Boyutu
Uluslar arası ilişkilerde devlet çıkarının ön planda tutulduğu söylenir. Her devlet, bu ilişkiler sürecinde, öncelikle kendi çıkarını ön planda tutmaya çalışır, denir. Devlet çıkarının, uluslar arası ilişkiye itme gücü veren önemli bir dinamik olduğu söylenir. Bu, anlaşılabilir bir durumdur. Ama, yine de bazı ahlaki ilkelerin korunması esas olmalıdır.

Kaldı ki Kürtler, 200 yıldır, özgürlük için, özgür bir vatana kavuşmak için mücadele etmekte, bedel ödemektedir. Yukarıda adı geçen devletlerin böyle bir bedel ödemeleri de yoktur. Burada, şu hususu belirtmekte de yarar vardır. Adı geçen devletlerin devlet olma haklarına karşı çıkılmamaktadır, sadece, uluslar arası nizamın Kürtlere yaptığı haksızlık dile getirilmektedir.

Kürt sorunundaysa, Kürdistan sorunundaysa, hiçbir ahlaki ilkenin gözetilmediği vurgulanması gereken önemli bir durumdur. 16 Mart 1988 de Güney Kürdistan'da yaşanan Kürt soykırımı karşısında dünyanın sessiz kalması ahlaki bir durum mudur? Çeşitli devletlerin Saddam Hüseyin'e zehirli gaz üretiminin teknolojisini ve ham maddesini sağlaması ahlaki bir durum mudur? Birçok devletin, Saddam Hüseyin rejimine, zehirli gaz üretiminde ve kullanımında danışmanlık yapması ahlaki bir gösterge midir? Kaldı ki o günlerde, İslam Konferansı Örgütü, Kuveyt'de toplantı halindeydi. Yunanistan'da yaşayan Türklere yapılan baskılara, Bulgaristan'da Türklerin isimlerini değiştirilmesine karşı bildiri yayımlayan İslam Konferansı Örgütü'nün, Kürt soykırımına karşı sessiz kalması ahlaki ilkelerle bağdaştırılabilir mi? Kürtlerin yönetilmesinde hiçbir ahlaki ilke dikkate alınmıyor. Ahlaki ilkelerin böylesine sıfırlandığı bir yerde, hukuktan, adaletten söz etmek elbette mümkün değildir. Bu koşullar altında, zulme karşı direnme, baskıya karşı direnme temel bir hak olarak belirmektedir.

Gerek Avrupa Birliği'nin, gerek Avrupa Konseyi'nin Kürtlere ilişkin bazı kararları var. Bu kararlarda, “Kürtler, yaşadıkları devletlerin sınırları içinde, bazı haklara, bireysel haklara sahip olabilmelidirler. İlgili devletler bu yönde gerekli önlemleri almalıdırlar” denir. Bu düşünceler, kararların ikinci cümlesinde açıklanmaktadır. Birinci cümle ise şöyledir: “ Ortadoğu'da bağımsız Kürt devletinin kurulmasına karşıyız. Ortadoğu'da sınırların değişmesine karşıyız.” Avrupa Birliği'nin de, Avrupa Konseyi'nin de buna ilişkin birçok kararı var. Avrupa Birliği'nin ve Avrupa Konseyi'nin, Kürtlerin bazı doğal haklarını, temel haklarını dile getirirken bile, Kürdistan'ı müştereken baskı altında tutan devletlerin haklarını, çıkarlarını ön planda tutması dikkate değer bir durumdur. Öte yandan, “Ortadoğu” derken, sadece Kürtlerin kastedildiği açıktır. Yoksa, Ortadoğu'da, bağımsız bir Filistin devletinin kurulmasını Avrupa Konseyi de, Avrupa Birliği de benimsiyor, hatta teşvik ediyor.

Bu ilişkileri irdelemekte yarar vardır. Yukarıda kısaca sözü edilen kararlarda, Luxemburg, Kıbrıs, Malta gibi devletlerin, Andora, San Marino, Monaco, Liechtenstein gibi devletlerin de imzaları vardır. O zaman sormak gerekir. Nüfusları 40-50 bin civarında olan, nüfusları bir milyonun altında olan devletler; Ortadoğu'da, 40 milyondan fazla nüfusa sahip olan Kürtlerin geleceğini belirleme hakkını kendilerinde nasıl buluyor? Bu devletlerin toprak genişlikleri, belki, Kürdistan'ın bir ilçesi kadar bile değildir. Bu ilişkilerde ahlak var mı? Bu ilişkilerde asgari bir siyasal ahlak aranmamalı mıdır? Bütün bunlar, 1920'lerde, Milletler Cemiyeti döneminde, uluslararası nizamın, ne kadar Kürt karşıtı olarak kurulduğunu göstermektedir.

Uluslar arası barışı kurma yolunda Milletler Cemiyeti başarılı olamadı. Milletler Cemiyeti İkinci Dünya Savaşı'nın çıkışını engelleyemedi. 1945 de, İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra Birleşmiş Milletler kuruldu. Ama, Kürtler için hiçbir şey değişmedi. 1920'lerde kurulan statüko Kürtlerin isteğine ve iradesine rağmen, aynen korunda, sürdürüldü. 1920'lerde Şeyh Mahmut Berzenci'nin savaşı sürece damgasını vurmuştu. Birleşmiş Milletler'in kuruluş dönemindeyse, Batı İran'da Mahabad Cumhuriyeti'nin kurulması ve yıkılması sürece damgasını vurmuştu.

Milliyetçilik-Irkçılık
1960'larda, 1970'lerde, 80'lerde, Güney Afrika için, “dünyanın en ırkçı devleti” denirdi. Amerika Birleşik Devletleri de ırkçılık yapmakla suçlanırdı. Güney Afrika'da beyaz yönetim, beyazlar, yerlilere şöyle diyordu: “Sizin renginiz siyah. Bizim içimize karışmayın. Sizin mahalleleriniz, okullarınız, otobüsleriniz, otelleriniz, sinemalarınız, parklarınız, pajlarınız… ayrı olsun.” Bunu gerçekleştirmek için dikenli tellerle çevrili “Bantustan” denen çok geniş alanlar oluşturulmuştu. Zaten “Bantustan” zencilerin toplu olarak yaşadığı yerler anlamına gelmektedir. Yerliler, buralarda beyazlarla temas etmeden yaşıyorlardı. “Bantustan” denen bu alanların, yol, su, elektrik, kanalizasyon, ulaşım, haberleşme… gibi alt yapı hizmetleri çok yetersizdi. Bu yönlerden, yerliler çok ağır mağduriyetler yaşıyordu. Ama yerliler buralarda iç özerkliklerini koruyarak, kendi öz değerlerini koruyarak yaşıyordu. Yerliler kendi kendilerini yönetiyorlardı.

Amerika Birleşik Devletleri'nde de, zencilere karşı buna benzer bir politika uygulanıyordu. Zencilerin, okulları, otobüsleri, otelleri vs. ayrıydı. Zencileri beyazlardan ayrı tutmak için özenli bir politika geliştiriliyordu.

Türkiye'deyse, Kürtlere şöyle söyleniyor: Sen Türklerle birlikte yaşayacaksın, ama Türk'e benzeyerek yaşayacaksın. Bu süreçte, 'benim dilim, benim kültürüm vs. dersen bu kabul edilemez. Türk'e benzeterek yaşamaktan başka şansın yok. Benin dilim, benim kültürüm dersen, bu konuda ısrarlı olursan, çok ağır mağduriyetler yaşarsın…” Bu da ırkçılıktır, ırkçılığın farklı bir görünümüdür.
Şunu belirtmeye çalışıyorum.: “ Sen benimle birlikte, Türklerle birlikte yaşayacaksın, ama Türk'e benzeyerek yaşayacaksın” ırkçılığı, “ sen benim içime karışma, beyazların arasına karışma, ayrı yerlerde, ayrı mekanlarda yaşa” ırkçılığına nazaran daha ağır bir ırkçılıktır. Örneğin, Afrika Milli Kongresi'nin önderi Nelson Mandela, 1990 da hapisten çıkarılmış, 1994 seçimlerinde cumhurbaşkanı seçilmiştir. Nelson Mandela'yı 27 yıl cezaevinde tutan beyaz yönetimin devlet başkanı De Klerk, cumhurbaşkanı yardımcılığına getirilmiştir. Bu, Güney Afrika'da resmi ideolojinin esneyebildiğini gösteren önemli bir ilişkidir. Türkiye'deyse, resmi ideolojinin ne kadar katı, sert, değişmez olduğu bilinmektedir. Hızla değişen toplumsal ve siyasal ilişkiler, hiç değişmeyen resmi ideoloji ile kontrol altında tutulmaya çalışılmaktadır. Bu yönüyle Türk siyasal rejimi, Türk siyasal sistemi elbette demokratik değildir.

Türkiye'de ırkçılık olmadığı, ayrımcılık olmadığı, herkesin, bu arada Kürtlerin de, bütün görevlere gelebildiği kamu yönetiminde rol alabildiği söylenir. “Kürtler de vali oluyor, milletvekili oluyor, profesör oluyor, başbakan, cumhurbaşkanı oluyor…” denir. Bu bir demagojidir. Kürtlerin ancak Türkleşerek, Türk kimliğiyle bir yerlere gelebildiği, Kürt kimliğiyle hiçbir yere gelemediği, açık bir gerçekliktir. Herkesin, bu arada Kürtlerin de kimliğine zaten doğar-doğmaz Türk, Türk vatandaşı yazılmaktadır. Bu kimlikle, yani bir Türk olarak seçimlere katılabilir. Ama, milletvekili seçildikten sonra, Kürtlerin doğal haklarını talep ederlerse, bu konuda ısrarlı olurlarsa, ağır yaptırımlarla karşı karşıya kalabilirler. Demokrasi Partisi milletvekilleri, kimliklerinde, Türk, Türk vatandaşı yazdığı için seçimlere katılabilmişler, (Ekim 1991) milletvekili olduktan sonra, Kürt olduklarını söyledikleri için, Kürtlerin doğal haklarını savundukları için, bu konuda ısrarlı oldukları için, dokunulmazlıları kaldırılmış, cezaevine konulmuşlardır (Mart 1994) Türk siyasal hayatında, 15 kadar milletvekilinin dokunulmazlığının bir çırpıda kaldırılması bu çerçevede mümkün olmuştur. Bu sadece Kürt sorunu çerçevesinde gerçekleşmiştir.

Bugün Kürtler ve Kürdistan Ortadoğu'nun ortasında bölünmüş, parçalanmış ve paylaşılmış olarak varlık mücadelesi, yaşam mücadelesi vermektedir. Herkes için doğal olan haklar, insanın insan olmaktan dolayı sahip olduğu haklar, Kürtler için yasaktır. Kürt toplumu olmaktan doğan haklar Kürtler için yasaktır. Suriye, İran, Türkiye Kürtleri çok kötü yönetmektedir, baskıyla, zulumle yönetmektedir. Saddam Hüseyin döneminde Irak'ta da çok kötü bir yönetim vardı. Suriye'de, 300 bine yakın Kürt, kimliğe sahip değildir. Kimliksiz bu Kürtler, hiçbir şey alamaz, satamaz, okula, hastaneye vs. gidemez. Saddam Hüseyin döneminde Kürtlere zehirli gazlarla soykırım yapıldığı bilinmektedir. İran'da son yıllarda idam edilenler de daha çok Kürtlerdir, kadın-erkek Kürt gençleridir. Bugün, PKK gerillalarının üslendiği Qandil, birinci gün Türkiye, ikinci gün İran tarafından bombalanmaktadır. Üçüncü gün ise, Qandil'i her ikisi birden bombalamaktadır. Irak ise, bu bombalamalar karşı hiç sesini çıkarmamaktadır. Bu bombardımanlar, Kürdistan Bölgesel Yönetimi tarafından kınanmakta, protesto edilmektedir. Bölge halkı bu sistematik bombardımanlar karşısında mağdurdur. Türkiye, İran, Irak, Suriye devletleri arasında çeşitli nedenlerden dolayı çelişkiler olabilir. Ama Kürt sorunu gündeme geldiğinde , Kürtlere karşı hep birlikte hareket etmektedirler.

“Irak'a Komşu Devletler Toplantısı”nı düşünelim. 1990' ların sonlarında, 2000'lerin başlarında oluşturulan bu yapının, anlamı nedir? Dünyanın neresinde buna benzer bir toplantı var? Örneğin Afganistan'da da sorunlar var. “Afganistan'a komşu devletler toplantısı” diye bir kurumlaşma var mı? “Macaristan'a komşu devletler toplantısı “ diye bir toplantı var mı? Irak'a Komşu Devletler Toplantısı'nda, herhalde, Kürtler'e yapılacak iyilikler konuşulmuyor.

Unutma-Unutturma
Kürdistan sorununda büyük bir unutma-unutturma durumu söz konusudur. 1920'lerde yaşanan bu ağır, çürütücü durumun, Kürtlerin bilincine çarpmadığı görülmektedir. Unutma-unutturmanın en iyi aracı kanımca resmi ideolojidir. Resmi ideolojinin herhangi bir ideoloji olmadığını, devletin idari ve cezai yaptırımlarıyla korunan ve kollanan bir ideoloji olduğunu hatırlamak gerekir. Bölünme, parçalanma ve paylaşılma konusunda büyük bir bellek kaybı vardır. “Kardeşlik” sloganı bellek kaybını gizleyen, kaybı derinleştiren ve yaygınlaştıran bir slogandır. Toplumsal bellek kaybı sadece halkta değil Kürt araştırmacılarda, Kürt aydınlarında da vardır. Bellek kaybı, batılı araştırmacılarda, batı basınında, batılı üniversite mensuplarında da görülmektedir. Batılı üniversite mensupları, batılı araştırmacılar da, Kürtlerin ve Kürdistan'ının bölünmesi, parçalanması ve paylaşılması olgusuna girmemeye büyük bir özen gösteriyorlar. Bölünmeye, parçalanmaya, paylaşılmaya hiç dikkat çekmeden, bu süreci hiç tartışmadan, “Irak Kürdistan'ı”, “İran Kürdistan'ı”, Suriye Kürdistan'ı, “Türkiye Kürdistan'ı” diyorlar. Bilimin, siyasetin ve diplomasinin kavramlarıyla bu durumun eleştirilmesinde büyük yarar vardır. Bu, Kürt düşüncesinin, Kürt aydınının, Kürt basınının, Kürt diplomasisinin, Kürt siyasetinin önemli bir görevi olmalıdır.

Kürt sorunu veya Kürdistan sorunu her şeyden önce bir vicdan sorunudur. Bütün bunlar, Türk, Arap, Fars aydınların da, Avrupalı aydınların, üniversite ve basın mensuplarının da görevi olmalıdır.

Hukuk ve Özgürlük Mücadelesi ve Kürtler
Kürtler ve Kürdistan'ın bölünmesi, parçalanması ve paylaşılması, Kürtlerin yönetiminde hiçbir ahlaki ilkenin dikkate alınmaması gibi bir durum ortaya çıkarmıştır. Kürtleri müştereken baskı altında tutan devletler, her zaman, politik, ideolojik ve askeri güçlerini, diplomatik güçlerini Kürtlere karşı birleştirebilmişlerdir. Kürtler karşısında her zaman böyle bir blokun oluşması, Kürtlerin yönetimini kolaylaştıran bir etken olarak belirmektedir. Kürtlerin mücadelesini ise, şüphesiz çok zorlaştırmaktadır.

İkinci Dünya Savaşı sonlarına kadar bu güçler, İngiltere, Fransa, Türkiye Cumhuriyeti,
İran (Farslar) ve Araplardır. 1960'lardan sonraysa, Irak, Suriye, Türkiye, İran ve bu devletlerle ekonomik, politik, diplomatik ve askeri ilişkiler içinde olan İngiltere, Fransa, Amerika Birleşik Devletleri, Sovyetler Birliği'dir. Bu devletler arasında, çeşitli nedenlerle çelişkiler olabilir. Ama, Kürtler, Kürt sorunu gündeme geldiğinde, hepsi de Kürtlere karşı bir blok oluşturmaktadır. Bugün, Kürdistan'ın herhangi bir kesiminde meydana gelen bir olay, öbür kesimlerde de olumlu veya olumsuz etkilerini göstermekte, Kürtleri ve Kürdistan'ı müştereken denetleyen, kontrol eden devletler de hemen, gerekli önlemleri almak için, toplantılar düzenlemektedir.

Bu müşterek denetimin, hukuk, adalet yaratmadığı, bilakis hukuk ve adalet duygularını çiğnediği, rencide ettiği çok açıktır. Bu baskı ve zulüm süreçlerine karşı özgürlük mücadelesi geliştirmek, Kürtlerin meşru bir hakkıdır. Bu koşullarda, zulme baskıya karşı direnme, meşru bir hak olarak belirmektedir.

İsmail Beşikçi